Roma ve Ortodoks anıtlarıyla
şekillenen Bizans dönemi Konstantinopolis’i ve fetih sonrasında siluetine
eklemlenmiş İslami unsurlarla değişen yüzüyle İstanbul... Bu iki İstanbul artık
yalnızca dönem haritaları ve kimi gravürlerde yaşıyor olsa da İstanbul’da Fatih
Sultan Mehmed’le başlayan değişimden haritalar, belgeler ve kayıtlar…
Heybetli bir imparatorluğun
topraklarında dünyaya gözünü açan, “mertebeden mertebeye” geçen, uzun bir ömür yaşayan,
tam dört padişahın hükümdarlığına tanıklık eden, sadece mescitlerinin sayısı
dört yüzü aşan başmimar Sinan, şöhretini ebedileştirmek ve ölümünden sonra da
hayır dualarıyla anılmak istediği için bizzat sipariş eder şair–nakkaş Mustafa
Sâî’ye otobiyografisini. O anlatır, Sâî dinler, not alır, yazar. Önsöze de
yukarıdaki cümleleri sıralar. O mimarbaşıdır ki, eserleriyle sadece bir devre
değil yüzyıllara, yalnız İstanbul’a değil imparatorluk sınırları içinde sayısız
kente adını yazmıştır. Çok şeyle anılır Sinan. Ama en çok da siluetini
şekillendirdiği İstanbul’la...
“Sade bir semtini sevmenin bile
ömre değer” olduğu şehir İstanbul. Ve çağdaşları, ardılları ve daha nicelerinin
deyimiyle “ileri gelen mühendislerin gözdesi, büyük kurucuların süsü, üstatlarının
üstadı, devrin gerçeklerinden haberdar olanların başkanı, zamanın Eukleides’i, sultanın mimarı, hakanın
hocası” Mimar Sinan... Birinin adı öbürü olmadan eksik kalır. İstanbul ve
Sinan’ın etle kemik olma hali Sinan’ın yarım yüzyılı bulan başmimarlık sürecinde
eserleriyle can verdiği İstanbul siluetinden ileri gelir. Eserlerinin yüzde
75’ini bu şehirde inşa ettiği düşünülecek olursa mimarbaşına “İstanbul’un mimarı”
demek hiç de yanlış olmaz.
Günün birinde, saadetli padişahın
artık iyice kocamış mimarbaşı Abdülmennan oğlu Sinan, zaman
sayfasında adı ve izi kalıp hayırla anılmasına vesile olsun diye, bu kırık
gönüllü, değersiz, elinden tutanı olmayan ve düşkün Sâî’den, hasbıhallerini,
nazım ve nesri birleştirerek yazmamı arzu ettiler. Gücüm yettiğince yazıp
anlatarak, sevinç kaynağı olan huzurlarına kırık dökük bir armağan ile vardım.
Yazdığım bu risaleye de Tezkiretü’l
Bünyân adını verdim. Bu destanı okuyan dostlardan dileğim, eksiklerini
–olabildiği ölçüde– bağışlama eteğiyle örtüp, bu değersizi ‘yapıt veren hedef
olur’ meydanına hedef tahtası etmemeleridir...”
Bizans öncesindeki tarihi ve
coğrafi macerasını konumuz dışında bırakacak olursak aslında iki İstanbul’dan
söz etmek mümkün. Roma ve Ortodoks anıtlarıyla şekillenen Bizans dönemi
Konstantinopolis’i ve fetih sonrasında siluetine eklemlenmiş İslami unsurlarla
değişen yüzüyle İstanbul... Bu iki İstanbul artık yalnızca dönem haritaları ve
kimi gravürlerde yaşıyor olsa da İstanbul’da Fatih Sultan Mehmed’le başlayan
değişimden haritalar, belgeler ve kayıtlar sayesinde haberdarız. Fatih’in
İstanbul’da başlattığı imar çalışmaları, kendi adına yaptırdığı II. Mehmed
Külliyesi ile sınırlı kalmamış, İstanbul bu dönemde Mahmut Paşa, Firuz Ağa camileri, Beyazıt Külliyesi gibi irili
ufaklı yapılarla bezenmiş.
Ancak fetih dönemi İstanbul’u
değişik türde pek çok eserin can bulduğu yer olsa da, bu mimari gelişimin eski
İstanbul ve suriçi ile sınırlı kaldığı bir gerçek. Prof.Dr. Doğan Kuban’a göre, Osmanlı İstanbul’unu kentleşme
macerası içinde dört ayrı yüzü ile ele almak mümkün. Ve Kuban’ın sözünü ettiği
bu dört aşama Sinan’la başlıyor. İlki 16. yüzyılda yaratım sürecine başlanan ve
17. yüzyıla dek uzanan İstanbul. Mimar Sinan’ın İstanbul’u diyebileceğimiz bu
dönemde gerek Suriçi, gerek Üsküdar’daki anıtlar hâlâ ayakta. İkinci evre 18.
yüzyıla denk geliyor. Bu dönemde yapılaşma birinci evreyle örtüşen bir stilde
ilerliyor ama artık etki alanı daha geniş: Eski kent dışında, özellikle de
Boğaziçi’nde belirgin bir gelişme yaşanıyor. Üçüncü İstanbul, 19. yüzyılın
ikinci yarısında yaratılan, birinci evreyle hâlâ örtüşme gösterse de ikinci
evreyi tamamen silip yok eden, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemini de
kapsayan, emperyalist çağın imgelerini içeren bir İstanbul. Ve dördüncü evre,
yani bizim İstanbul’umuz. Hemen hemen bütün geçmiş görünümlerini silmiş, bu
çağlardan kalan birkaç anıtı ancak müzelik, turistik nesneler olarak saklayabilmiş
bir şehir olan İstanbul...
İSTANBUL’UN KLASİK SİLUETİ, anıtların ve yerleşim alanlarının
yoğunluğunun yanı sıra Haliç limanının hareketliliğinin de bir sonucu olarak
şekilleniyor aslında. Haliç’in o dönemlerde İstanbul içindeki rolünü fizikteki
anlamıyla bir çekim merkezi olarak yorumlayabiliriz. Her şeyi kendisine doğru
çeken bir mıknatıs gibi Haliç. Öyle ki en ünlüleri de dahil olmak üzere,
camilerin yüzde 30’u Haliç’in güney yamaçları üzerine inşa ediliyor. Yine bu
dönemde Haliç’e uzanan ana cadde, yani kentin ana ekseni artık son biçimini
alıyor. 1580’lere gelindiğindeyse Sinan tarafından yeniden şekil verilen şehir,
yüzünü tamamen denize doğru çeviriyor. Hatta deniz kıyısına cami inşa etmek
gibi 16. yüzyıla özgü bir eğilimden bile söz etmek mümkün. Bu, aynı zamanda
bugün hâlâ İstanbul kıyılarını nakış gibi bezeyen Tophane’deki Kılıç Ali Paşa, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan ve Şemsi
Ahmed Paşa külliyeleri gibi yapıların inşa edilmesine yol açan eğilim.
Mimar Sinan’ın eliyle yepyeni bir
çehre kazanan İstanbul siluetini, Matrakçı
Nasuh ile o dönemde yolu İstanbul’a düşmüş çok sayıda seyyah ve dışişleri
görevlisinin çizimlerinden ve Hassa Mimarlar Ocağı belge ve planlarından
biliyoruz. Söz konusu dönemde Sinan’ın camileri genellikle kalabalık şekilde
iskân edilmiş olan Suriçi’nin dış mahallelerinde, özellikle de Yenibahçe’deki
(Kadırgalimanı civarı) kara surları bölgesinde ve işlek şehir kapıları boyunca
yoğunlaşıyor. Mimarbaşının diğer camileri de, üç kazaya ve Boğaziçi kıyılarında
yeni gelişen varoşlara dağılmış durumda. Tüm eserleri kent dokusu içinde önemli
bir yer tutuyor ve içlerinden bazıları özellikle öne çıkıyor. Suriçi’nin
yerleşim dışı boş tepeleri olan Şehzadebaşı ve Edirnekapı’yı taçlandıran,
Sultan Süleyman ile iki gözde çocuğu Şehzade Mehmed ve Mihrimah Sultan için
inşa edilen görkemli külliyeler veya daha önceleri bulunduğu hakim tepeye inşa
edilen, 1557’den bu yana limandan, Galata’dan, Eyüp’ten ve hatta Üsküdar’dan
İstanbul siluetine hakim olan Süleymaniye gibi.
Tarihin pek çok döneminde olduğu
gibi Sinan’ın eserlerini yarattığı dönemde de yapıların gösterişli olması büyük
önem taşıyor. Burada gösterişten kasıtsa genelde yükseklik, büyüklük gibi
niteliksel özellikler. Sinan’ın en büyük özelliği de işte tam bu noktada gizli.
Eserlerinde “yapabileceğinin en büyüğünü yapma hırsı”na rastlamak zor çünkü o,
yapılarının topografyayla uyum içinde olmasını önemseyen bir mimar.
Sinan Çağı adlı kitabıyla
mimarbaşına ilişkin çok değerli bir esere hayat veren yazar Prof.Dr. Gülru Necipoğlu’nun ifadesiyle,
dönemde “Camilerin inşası için tercih edilen yüksek tepe ve kıyılar, bunların
görünürlüğünü artırarak başkentin donatılmasına da katkıda bulunuyor. Su
kitleleriyle birbirinden ayrılmış şehir peyzajına yerleştirilmiş Sinan
camileri, İstanbul’un topografyasıyla aktif bir etkileşim içinde.” Mimar
Sinan’ın çevre–mimari ilişkisini ayrıntılarıyla ele alan Necipoğlu’na göre, “Bu
yapıların en temel özelliklerinden biri, sadece topografya ile değil,
çevrelerindeki diğer yapılarla da bir bütün olarak algılanacakları bir ‘mekân
ruhu’ yaratmaları. Külliyelerin geometrik düzenleri, merkezden çevreye doğru
yayılarak organik dokulu kent mimarisi ve mevcut sokaklarla kaynaşıyor.” Ki bu
anlatıda bahsi geçen, bugünün tanımıyla organik mimariden farklı bir şey değil
ve bu mimari de, bazen devamlılık bazense zıtlık üzerine kurulu bir ilişkiyi
içeriyor. Örneğin Suriçi’nin alçak, kiremit damlı ve çok renkli evlerinin
türdeş dokusunun, anıtsal kubbeli Sinan yapılarının büyüleyici bir şekilde öne
çıkmasını sağlayan sade bir fon oluşturduğunu söylemek mümkün. Sinan’ın bu
yaklaşımı çevresiyle öylesine bir uyum oluşturuyor ki 1683’te Fransız ressam ve
seyyah Guillaume Joseph Grelot’nun,
şehri, “Bu, muhakkak ki evrenin her yerinden daha üstün olan bir parçası, gözü
her bakımdan nefis bir görüntüyle besleyen renk renk boyalı o evlerin arasında,
sıradan binalardan çok daha yüksekte akıl almaz sayıda kubbeler, kubbecikler,
minareler ve kuleler görünüyor. Bütün bu kubbeler kurşunla kaplı, aynı zamanda
minareler ve bunların külâhları hep yaldızlı,” sözleriyle tanımlamasına neden
oluyor.
Bazı araştırmacılar, Sinan’ın
yapıtlarını evrensel konuma getiren başlıca unsurun ne kubbelerin çapı ne de
cemaatin işlevsel olarak dini ve sosyal görevlerini en doğru biçimde yerine
getirmelerini sağlayan mimari olduğu görüşünde. 1992 yılında yitirdiğimiz Doç.Dr. Umur Erkman, Batı’da anıt tipi
yapıların genellikle etrafından kendini soyutlayıp çevredeki yapılaşmanın
boyutlarıyla kesin ve bilinçli bir zıtlık oluşturduğunu söylüyor. Anıtı ön
plana çıkaran da tam olarak bu özelliği oluyor. Sinan’ın yapılarının çevreyle
özgün ilişkisi, anıtın, kendini çevresinden soyutlamadan, tam tersi onunla
bütünleşerek var oluşu, araziye saygılı bu büyük ustayı, dünya mimarisi içinde
özel bir konuma yükseltiyor. Erkman’a göre mimarbaşının başarı ve öngörüsü
“gelecekteki çevrenin ölçüsünü saptamak, gelecekle diyalog kurmak, kentin
ilerideki siluetini ve karakterini belirleme”ye kadar uzanıyor.
Bu noktada Necipoğlu ile Erkman
bazı noktalarda çelişiyor gibi görünse de aslında her ikisi de Sinan’ın şehir
dokusuyla girdiği ilişkide anlamlar üretmesi konusunun iki yönünü ele alıyor.
Sinan yapılarının, çevreyle plan düzlemindeki bu alçakgönüllü uzlaşısını
spesifik olarak gösteren örnekler yüzyılların ardından hâlâ gözlerimizin önünde
duruyor. Süleymaniye kompleksinde Darü’l
Hadis’in konumu, Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nin kuzey kesiminde
surlara rastlayan bölümün biçimlendirilişi, Eyüp Zal Mahmut Paşa Külliyesi’nde farklı kotlardaki her iki
avlunun dış duvarlarının, aksa çapraz giden yollara göre biçimlenmesi içerideki
düzeni de hiçbir şekilde bunu bozmuyor. Şehirle o mükemmel uyumu görebilmek
için bakmanız yeterli.
ADIM ADIM İNŞA edilen,
topografyayla uyumlu bu mimari ve dışa dönük şehir peyzajı, aşamalı olarak
gelişen bir şehir planlaması olarak da okunabilir pekâlâ. Şehrin ufuk çizgisini
ve mekânsal yapısını belirleyen bu cami ve külliye yapıları, şehrin düğüm
noktaları olarak düşünülebilir. Dönemin yabancı ziyaretçileri de, tuttukları
kayıtlarda sokak adlarının olmadığını ve insanların birincil referans
noktalarını bu büyük camilerin yönlerinin belirlediğini gözlemlediklerini
aktarıyor. Öyle bir İstanbul ki bu, mimari eserler kuzeyi, güneyi, doğuyu,
batıyı belirliyor...
Yalnız bunun modern anlamda bir
şehir planlaması anlamına geldiği yanılgısına kapılmamak gerek. 19. yüzyıla
kadar, Osmanlı şehirlerinin gelişim doğrultusunu belirlemek için imar planı
veya projelerinden yararlanılmıyor. Osmanlı kentleri gelişimlerini çoğu zaman
önceden var olan yerleşimlerin üzerinde ya da hemen yanında sürdürüyor. Antik
kentlerin kültürel varlık olarak görülmesi bir yana, özellikle itibarlı
camilerin yapımlarında bu kalıntıların taş ve sütunları kullanılıyor. Mevcut
yapılar, fethedenlerin istek ve gereksinimlerine, politik ve simgesel
amaçlarına göre işlev kazanıyor ya da yıkılarak yerlerine yenileri yapılıyor.
Modern öncesi dönemlerin dünyadaki genel geçer geleneği de bu zaten. Çoğu zaman
kolektif hafızayı yıkmak, yeniyi benimsetmek, gücünü ispat etmek gibi
nedenlerle geçmişin hatıralarının bilinçli olarak yok edildiği bir dönem bu.
Prof.Dr. Zeynep Ahunbay, Sinan’ın 16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu
sınırları içindeki çalışmalarını, gelişimin baştan sona tasarlandığı bir
yerleşme söz konusu olmadığı için, bugünkü anlamda şehir planlaması kapsamında
ele almanın mümkün olmadığını söylüyor ve bunun, kentsel tasarım değil de “sit
planlama” olarak adlandırılmasının daha doğru olacağının altını çiziyor.
Neredeyse matematiksel bir ritim ve ölçeği içinde barındıran bu planlama, en
büyük birimi merkez alarak gittikçe küçülen birimlerle devam eden bir dizi
olarak yapının bittiği noktadan (en azından yapıldığı dönemlerde) dizinin
mantığını bozmadan devam ediyor.
Sultanın istek ve direktiflerine
göre, kadı tarafından yönetilen büyük kentlerde mimarinin de sultan tarafından
irade edilen fermanlara göre şekil bulduğunu belirtmeye gerek var mı? Sultanın
bu konulardan haberdar oluşu ise kadı ve mimarbaşı aracılığıyla gerçekleşiyor.
Dolayısıyla alınan kararlar, onların kişisel görüş, deneyim ve bilgisi
doğrultusunda sultanın nihai kararıyla şekilleniyor. Peki bu kararlar neye göre
veriliyor? İşte orası muamma.
Dönemde, sultanların, sağlıklı ve
düzenli bir kentsel çevre tanımı nasıldı, kesin olarak bilinmiyor. Bu konuda
yazılı belge çok az. Ancak İstanbul başta olmak üzere Osmanlı kentlerinin
şekillenişine bakarak ve bugüne kalmış kimi yazılı kaynaklar aracılığıyla genel
bir fikir edinmek mümkün. Sinan’ın otobiyografisi Tezkiretü’l Bünyân’a göre, Şehzade
Camii’nin Eski Yeniçeri Odaları’nın yakınında yapılmasını Kanuni Sultan
Süleyman emrediyor. Sultan II. Selim’in kentsel çevre konusundaki eğilimlerini,
Eski İmaret ve Ayasofya çevresinin temizlenmesiyle ilgili bazı yazışmalara
dayanarak görmek mümkün. Ahmet Refik
Altınay’ın On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı adlı araştırması da konuyla
ilgili bazı bilgilere yer veriyor. Buna göre, hassa mimarları Eski İmaret
çevresinde keşif yapıyor ve yapıya sonradan eklenen kısımların yıkılmasını
öneriyor. Sultan bu konuda çok duyarlı ve mimarbaşı Sinan’ın dikkatini,
olasılıkla benzer şekilde eklerle doldurulmuş olan Zeyrek, Kalenderhane ve
Ayasofya gibi başka mekân ve anıtlara yöneltiyor. Böylece Ayasofya için
araştırma yapılıyor ve temizlemenin gerekli olduğu belirleniyor. Ancak yapıyı
saran gecekonduların yıkımı karışıklık yaratıyor, itiraz sesleri yükselmeye
başlıyor. Yıkımdan zarar göreceklere göre asıl yıkılması gereken, “özde kâfir
bir yapı olan” Ayasofya’nın ta kendisi. Ancak Sultan bu konuda kararlı ve
dirençli. Konuyu fermanıyla bir karara bağlıyor. Ancak, bu temizlikle boşaltılan
alanın daha sonraki tarihlerde nasıl kullanıldığına baktığımızda, tutarlılık
olmaması nedeniyle aynı mekânın güneybatı tarafının hiç de ferah olmayan bir
şekilde II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed türbeleriyle doldurulduğu
görülüyor. Bu da bugün anladığımız anlamda bir şehir planlamacılığının söz
konusu olmadığını gösteriyor. Aslında, sözü edilen modern planlama zihniyetinin
bugün dahi var olduğunu söylemek oldukça güç.
SİNAN’IN MESLEKİ ETKİNLİĞİNİN
büyük bir bölümü dinî veya din dışı eğitim, sağlık hizmetleri, misafirler,
bilim insanları, öğrenciler ve yoksullar için barınma, yemek olanakları
sağlayan ve imaret kavramı altında toplanan külliyeler yapmakla geçiyor.
Böylece İstanbul’da büyük külliyeler ve merkezi planlı camiler devri başlıyor.
16. yüzyılda aynı zamanda Osmanlı kentlerinin nüfus artışı hızlanıyor.
Kentlerin kalabalıklaşmasına paralel olarak da boş alan bulma zorluğu baş
gösteriyor. Hal böyle olunca külliyeler için yeni yerleşim alanlarına doğru bir
açılım yaşanıyor, kamulaştırmaya başvuruluyor ya da gayrimüslimlere ait kimi
dini yapılar dönüştürülerek kullanılıyor. Örneğin İstanbul’daki Atik Valide Külliyesi, Üsküdar’ın,
“Yeni Mahalle” olarak anılmasından da anlaşıldığı gibi, imara açılan farklı bir
yöresinde kuruluyor.
Sinan camileri sadece kentsel
çevre ile değil aynı zamanda doğayla da uyum içinde bir bütünlük yaratıyor. Bu
camilerin özellikli konumları, çoğunlukla bahçelere ve ufuktaki görünümlere
açılan pencereler ve revaklarla çerçevelenmiş panoramik peyzajlara hakim bir
konumda. Eski metinlerin cami külliyelerinin avlularını zevk verici gezi
yerleri olarak tanımladığını görüyoruz. Sinan’ın, özellikle selâtin camilerinin
(sultanların yaptırdığı camiler) demir şebekeli pencerelerle delinmiş çevre
duvarlarıyla kuşatılan dış avluları, yaya ve atlı trafiğine açık kamusal geçit
ve gezinti alanları olarak da kullanılıyor.
Mimarbaşı, külliyelerinin
avlularından yakın çevrenin ve kentin diğer bölgelerinin algılanmasına olanak
veren, doğanın güzelliklerini kent tasarımıyla kaynaştıran, kenti kentliye
sevdiren bakış noktaları tasarlıyor. Süleymaniye dış avlusundan Haliç ve Boğaz’a
doğru, Üsküdar Şemsi Paşa ve
Mihrimah Sultan camilerinden Tarihi Yarımada ve Avrupa yakasına doğru açılan
manzarasıyla İstanbul’un zenginliğini gözler önüne seriyor.
Sinan yapıları, inşa edildikleri
yıllarda kendi içlerinde de bir iletişime sahip. 16. yüzyılda Sinan yapıları ve
külliyelerinin birinden bakıldığında diğerini görebilmek mümkün. Çevrelerinde
yer alan evlerin alçak görünüşleri bir fon oluştururken söz konusu yapılar hem
çevreyle bütünlüklü bir ruh oluşturuyor, hem de o çevrenin içinde öne çıkıyor.
Ne yazık ki günümüzde çarpık
kentleşme nedeniyle artık bu tarihi yapıları belirli bir mesafeden görme
olanağı yok. İstanbul’un son yüzyılda çok büyük bir tahribat yaşadığı,
özellikle deniz surlarının tahrip olduğu, Sinan’ın eserlerinin çok yüksek binalar
arasında kaybolduğu bir gerçek. Mimari düşünce ögesinden yoksun, salt kullanıma
yönelik yapıların şehrin genel görünümünü oluşturduğu, tarihi panoramayı
budayan kimi etmenler sonucu, İstanbul’u İstanbul yapan görünümleri yalnızca
eski gravürler ve fotoğraflarda görebiliyoruz artık... Mimar Sinan’ın
İstanbul’unun üzerine bir beton perdesi örülmüş gibi.
SİNAN’IN İSTANBUL’DAKİ ESERLERİ
arasında Süleymaniye’nin yeri biraz daha ayrıcalıklı. İstanbul’un simgelerinden
biri haline gelen Süleymaniye bir cami olmanın çok ötesinde, aynen Roma’daki San Pietro gibi kurumlaşmış
bir sosyal düşünce, tarihi özümsemiş bir imge. Osmanlı’nın yükseliş döneminin
son büyük sultanı II. Süleyman’ın adını taşıyan bu selâtin camisi adını aldığı
padişahın savaş zaferlerini taçlandırırken bir yandan da yapıldığı kentin
çehresini değiştiren bir başyapıt haline geliyor. Evliya Çelebi’nin, inşaatında
Belgrad, Malta ve Rodos
seferlerinden elde edilen gelirlerin kullanıldığını iddia ettiği
Süleymaniye’nin yapım aşamasına dair ilginç yönlerinden biri de neredeyse bütün
devlet mekanizmasını seferber eden bir örgütlenmeye neden olması. Özellikle
tersane çalışanları, imparatorluğun her köşesinden malzeme taşınmasına katkı
sağlıyor: Roma dönemine ait ören yerlerinden toplanan mermer sütunlar, bloklar
ve kaplama levhaları deniz yoluyla getiriliyor; bu ağır ve değerli malzemenin
nakli, iskelelerin kurulması ve ağır yükün bocurgatlarla kaldırılmasında yine
denizciler rol alıyor. Evliya Çelebi’ye göre 3 bin kürek mahkûmu temellerin yapımında çalışıyor. İnşaatta
çalışan ustaların arasında Hıristiyanlarla Müslümanların sayısı neredeyse eşit.
Günde ortalama 2 bin işçi çalışıyor,
yoğunluk arttıkça işçi sayısı da artıyor. Yedi
yıl süren harıl harıl bir çalışma!
Bu kadar simgesel bir yapıya
ilişkin verilmesi gereken en önemli karar, olasılıkla, caminin yeri. Peki buna
nasıl karar verildi? Artık Suriçi’nde
geniş ve konumu uygun bir alan bulunmadığı için Sultan Süleyman, adını
taşıyacak cami için Eski Saray’ın bulunduğu alanın kullanılmasına izin veriyor.
Bu eğimli arazide Sinan, Süleymaniye Camii’ni yaparken topografyayı zorlamıyor
ve organik bir mimari anlayışı içinde hareket ediyor. Süleymaniye’nin üçüncü ve
dördüncü medreselerinde, Bizans’ın mevcut teraslama sisteminden de yararlanarak
arazi eğimini başarıyla kullanıyor. Burada mimarbaşının, zor olanı, ustalığıyla
yaratıcılığını gösterecek bir vesile haline getirdiğini görüyoruz. Yapı, ana
kubbeden başlayarak yan kubbelere, revaklara kadar uzanan, oradan yakın
yapılara atlayıp uzak çevreye kadar yayılan, sonra tekrar uyum içinde başka bir
anıtın ana kubbesine doğru yükselen bir dalgalanmanın parçası oluyor.
Külliyeyse 5,5 hektarlık bir alanı kaplıyor ve dört medrese, bir tıp okulu, bir
darüşşifa, bir imaret, bir küçük hamam, bir sıbyan mektebi, dükkânlar, bekâr odaları, ahırlar ve biri sultana,
diğeri de eşi Hürrem Sultan’a ait iki türbeden oluşuyor.
Süleymaniye Haliç’ten, Galata
sırtlarından, Topkapı Sarayı ve Zeyrek’ten farklı görünüşlerle algılanabiliyor.
Sinan için önemli olan, tek bakış yönüne dayalı bir etki yaratmak değil.
Başmimar, değişik bakış noktalarından kavranabilen çoklu etkiyi yakalamayı da
büyük bir ustalıkla başarıyor. Külliyenin tamamını, yakın planda bütünüyle
algılamak olası değil. Camiye güney yönünden yaklaşırken ara mekânlarda perdelenen
görüşler söz konusu. Ayşe Kadın
Sokağı’ndan caminin yan cephesi kısmen görünüyor. İki medrese arasındaki iç
sokak sınırlı bir görünüşe olanak verirken Tiryaki Çarşısı önüne ulaşıldığında
cami tüm haşmetiyle her şeye egemen oluveriyor.
Sinan’ın, hakkında uzun uzun
yazılacak tek eseri elbette Süleymaniye değil. Her bir eseriyle efsaneleşmiş
bir mimar o. Böyle olmasa “mimar” kelimesi adının bir parçası haline gelebilir
miydi?